Ayasofya Davası
Türkiye'nin En Yüksek İdare Mahkemesi olan Danıştay, 1934'te Atatürk Tarafından Verilen "Ayasofya'nın Müzeye Dönüştürülmesi Kararını" İptal Etti.
Danıştay 10. Daire Esas No. 2016/16015, Karar No. 2020/2595, Tarih 2 Temmuz 2020
11 OCAK 2021
UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan Ayasofya, müzeye dönüştürülmeden önce bir katedral ve ardından bir camiydi. Bu nedenle Ayasofya birçokları için dinler arası uyumun sembolü olarak tariflenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul'da bulunan Ayasofya'nın cami olarak yeniden açılmasını isteyerek küresel tartışmalara yol açmış ve neticede geçtiğimiz temmuz ayında Ayasofya cami olarak yeniden ibadete açılmıştır. Pek çok kişi bu olayı, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın anketlerde azalan oylarına karşı yaptığı siyasi bir hamle olarak görmektedir. Ancak karar teknik olarak bir mahkemeden gelmiştir (Erkler/Güçler ayrılığında Yargı; Yürütme ve Yasamadan ayrı Bağımsız bir Güçtür ve Türkiye'de güçler ayrılığı vardır) . 10 Temmuz 2020 tarihinde Türkiye'nin en yüksek idare mahkemesi olan Danıştay, Ayasofya'nın 1934'te müzeye dönüştürülmesinin bir İslami hayır kurumu olan vakfın mal varlığına haksız el atıldığı anlamına geldiğini belirterek Ayasofya'nın camiye dönüştürülmesine karar vermiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sonucu etkilediği iddialarına rağmen karar aslında hukuken doğrudur. Bununla birlikte, mahkemenin hata yaptığı yer Osmanlı Hukuku (Sünni/Hanefi Hukuku) yönünden davanın eksik incelenmesidir.
537 yılında inşa edilen Ayasofya, Sultan II.Mehmed komutasındaki Osmanlı güçlerinin Konstantinopolis'i fethedip katedrali camiye çevirdiği 1453 yılına kadar Bizans İmparatorluğu'nun önde gelen katedrali olarak korundu. Birkaç yıl sonra Mehmed, onu İslami bir hayırsever vakfına bağışladı. Laik Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olan Atatürk'ün müzeye dönüştürdüğü 1934 yılına kadar cami olarak kaldı. Camiye dönüşme sürecinin başlangıcı, 31 Ağustos 2016 tarihinde davacı Türkiye Tarihi Eserleri ve Çevreyi Koruma Derneği'nin; Ayasofya'nın ibadete açılması için verdiği dilekçe ile başladı. 19 Ekim'de Başbakanlık dilekçeyi reddetti ve 20 Aralık'ta davacı Danıştay'a itiraz etti.
Danıştay 10. Daire Başkanlığı itirazı kabul etti ve 1934 kararını iptal etti. Mahkemenin kararı, ikisi tavsiye niteliğinde olmak üzere üç görüş içeriyordu.
Savcı, usulle ilgili iki kaygıyla başladı: derdestlik ve zaman aşımı süresi. Savcı derdestliğe ilişkin olarak, Danıştay'ın davacının benzer bir iddiasını 2008 yılında reddetmesi nedeniyle konuyla ilgili nihai bir kararın zaten mevcut olduğunu ileri sürdü. Savcı, zamanaşımı ile ilgili olarak, davacının en azından 1934 tarihli kararın, daha önceki iddiayı sunduğunda 2005 yılına kadar farkında olması gerektiğini, yani bu davanın 2016'da açılmasının zamanaşımı süresini aştığını ileri sürdü. Savcı daha sonra önemli iddiaları ele alarak, Ayasofya'nın UNESCO Dünya Mirası statüsünün kullanımının hükümetin takdirine bağlı olduğu ve böylece 1934 kararının yasallığını desteklediğini söyledi.
İmzalanmamış bir mütalaada, komisyon oybirliğiyle Savcı ile aynı fikirde değildi. Zamanaşımı ile ilgili olarak mahkeme, bir icra kararına itiraz eden davacının, dayandığı herhangi bir karara itiraz edebileceğini ve bu davadaki reddin 1934 kararına dayandığını ve davacının buna yeniden itiraz edebileceğini belirterek kararı gerekçelendirdi. Derdestliğe ilişkin olarak mahkeme, 2008 davasının Ayasofya'nın güven durumuna ilişkin iddiaları içermediğini ve bu nedenle söz konusu konuyu ele almadığını belirtti.
Mahkeme daha sonra hem 1934'te hem de bugün Türk Medeni Kanunu'na göre, 1926'da Medeni Kanunun kabulünden önceki olayların Osmanlı hukukuna tabi olduğunu belirterek maddi tahliline başladı. Mahkeme, Medeni Kanun'a göre, İslami hayırsever Vakıfların yalnızca "işe yaramaz hale gelmeleri" veya "yasalara veya kamu politikasına aykırı olmaları" durumunda değiştirilebileceğini ekledi. Mahkeme, bu nedenle, Türk hukukunun Osmanlı Vakıflarının hukuki statüsünü ve vakıflarının niyetini koruduğu sonucuna vardı.
Mahkeme daha sonra emsal kararına döndü. Önce Yargıtay'ın kararına atıfta bulundu bir Vakfın Osmanlı hukuku kapsamında değerlendirilmesi için Vakıf tüzüğünün incelenmesi gerektiğini belirtti. Mahkeme, örnek olarak, İstanbul'daki Kariye Camii'nin Ayasofya gibi kilise sonra da cami olan ve daha müzeye dönüştürülmeden önceki davasına işaret etti. 2019'da Danıştay, Vakıf tüzüğünü ihlal ettiği gerekçesiyle bu caminin müzeye dönüştürülmesini kabul etmedi. Son olarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) karşı yükümlülükleriyle ilgili olarak mahkeme, Türk hükümetinin Osmanlı döneminden kalma bir Vakıf tarafından korunduğu gerekçesiyle bir Ermeni kilisesi kompleksine el koymasını geçersiz kılan 2008 kararının ışığında, bir İslami Vakıf tüzüğünü ihlal etmenin "AİHS davasına aykırı" olduğuna karar verdi. Mahkeme daha sonra UNESCO Sözleşmesi'nin Ayasofya'nın cami olmasını engelleyip engelleyemeyeceğini değerlendirdi.
Bu doğrultuda mahkeme, devletin hem vakfın niyetine göre kullanılmasını sağlamak için pozitif bir yükümlülüğü hem de vakfın niyetine aykırı olarak müdahale etmekten kaçınmak için negatif bir yükümlülüğü olduğunu belirtti. Bu nedenle mahkeme, bu görevleri yerine getirmeyen ve Ayasofya'yı müzeye çeviren 1934 tarihli kararın hukuki dayanağı bulunmadığı sonucuna vardı.
Mahkeme, Osmanlı hukukunu uyguladığını iddia etmesine rağmen, Ayasofya tarihinin üç kritik noktasının her birinde ortaya çıkan farklı hukuki meselelerle ilgilenmedi: 1453'te camiye çevrilmesi, birkaç yıl sonra bir vakıf olarak bağışlanması ve 1934'te müzeye dönüştürülmesi Ayasofya'nın kritik noktalarıdır. Mahkeme bu analizi yapmış olsaydı aynı sonuca varırdı; ancak daha spesifik bir mantıkla:
- Mehmed, Ayasofya'yı camiye dönüştürme hakkına sahipti
- Mehmed, Ayasofya'yı bağışlama hakkına sahipti ve
- Atatürk'ün bu hukuki durumu değiştirmeye yetkisi yoktu sonuçlarına vardı.
Bu analize başlamadan önce, Osmanlı hukukunun esasen Osmanlıların resmen kabul ettiği Sünni İslam hukukunun dört okulundan biri olan Hanefilik olduğunu açıklığa kavuşturmakta fayda var. Bununla birlikte, Hanefilik ve daha geniş anlamda İslam hukuku; Endülüs'ten Endonezya'ya ve sekizinci yüzyıldan günümüze uzanan ademi merkeziyetçi, hukukçular ve islam alimlerinin uluslararası bir girişiminin ürünüdür. Öyleyse, İslam Hukukunda bağlayıcı emsal nerededir? Müslümanlar İslam Hukukunun, alimlerinin kitaplarında yazdıkları hukuki yorumlarda yer aldığı konusunda hemfikir. Tabii ki, İslam alimleri (İslam hukukçuları) genellikle aynı fikirde değiller; ancak yorumlar arasından bir kararı bağlayıcı emsal olarak seçerler. Neyse Hanefi hukukçular bu konuyla ilgili ezici bir şekilde aynı düşüncede buluşmuşlar.
İlk olarak mahkeme, Mehmed'in Ayasofya'yı camiye çevirmesinin Hanefi içtihadına göre zorla fetih durumunda geçerli olduğunu işaret edebilirdi. Bunun yanında, kararın bazı eleştirmenleri 637'de şehri fethettikten sonra Kudüs'teki ibadethaneleri koruyan Halife Ömer gibi ilk Müslüman hükümdarların İslam hukukunun ibadet yerlerini koruduğu için ilk dönüşümün (katedralden camiye) geçersiz olduğunu belirterek bunun tersini savunmaktadır. Bununla birlikte, bu argüman İslam hukukunun teslimiyet yoluyla fetih ve zorla fetih arasındaki ayrıma yer vermiyor. Hanefi hukukçularına göre teslimiyet, mevcut mülkiyet haklarına saygı duymayı gerektirir, özellikle ibadet yerleri için. Bu, Ömer'in teslim olan ve ardından halkının, mallarının ve kiliselerinin güvenliğini garanti altına aldığı Kudüs örneğini açıklıyor. Aksine, Hanefi hukukuna göre, zorla fetih mevcut mülkiyet haklarını geçersiz kılar, ibadet yerleri de bu duruma dahildir. Bu ayrım Mehmed'in fetihlerinde yaygınlaştı. Mehmed, Konstantinopolis'i kuşatmadan önce, hiçbir kilisenin camiye dönüştürülmeyeceği güvencesi de dahil olmak üzere halkının ve mallarının güvenliği karşılığında yakınlardaki Galata'nın teslim olmasını kabul etti. Ancak Mehmed, Konstantinopolis'e iki kez benzer teklif sunsa da, Konstantinopolis daha sonra zorla fethedildi. Bu nedenle Hanefi doktrini Mehmed'e Ayasofya'yı camiye dönüştürme yetkisi verdi.
Daha sonra mahkeme, Mehmed'in Ayasofya'yı bir emanet olarak haklı olarak bağışladığını gösterebilirdi. Bu şaşırtıcı derecede aldatıcı bir savdır; çünkü ister İslam hukukunda ister Batı hukukunda olsun vakıflara bağış yapılabilmesi için özel mülkiyet gerekir. İnsanlar sahip olmadıkları şeyleri bağışlayamazlar. Ayasofya, fetihten sonra Mehmed'in malı olamaz. Hanefi hukukçularına göre, fetheden bir hükümdar, mevcut mülkiyet haklarının bir kısmını veya tamamını onurlandırıp onurlandırmama konusunda takdir yetkisine sahiptir. Herhangi bir mülke el koyarsa, el konulan mülkün beşte birini yoksulların yararına kamuya açma hakkına sahiptir; ancak aksi takdirde bunu belirli kurallara göre askerleri arasında bölmek zorundadır. Her iki seçenek de Mehmed'in mülkü kendisinin almasına izin vermezdi.
Vakıf tüzüğü, Ayasofya'nın 1453'ten sonra kamu malı haline geldiğini de desteklemektedir. Orijinali kaybolurken, 1490'da yapılan bir nüsha Mehmed'in İstanbul bağışlarının tümünü listelemektedir. Bu mülkler, Mehmed'in özel mülkiyeti gibi görünmekten çok uzak, bunlar şehrin fethinden sonra kamuya açık hale getirilen mülkiyet kategorisine çok iyi uyan sivil kurumlardır.
Bu arada, Ayasofya'nın Mehmed'in malı olduğuna dair iki argüman sağlam değildir. İnternette viral olan ilki, Mehmed'in Ayasofya'yı Hristiyanlardan satın aldığını söylüyor; ancak bunun tarihsel bir kanıtı yok ve kanıt olarak dolaşan "satın alma belgesi", satın alma hakkında hiçbir şeyden bahsetmeyen güven sözleşmesinin rastgele bir sayfasıdır. Bazı tarihçilerin öne sürdüğü ikincisi, Mehmed'in Türk-Moğol egemenlik anlayışına göre Ayasofya'ya sahip olduğunu iddia ediyor. Bu tarihçiler, bu anlayışın İslam hukuku ile çeliştiğini kabul etmektedirler; çünkü İslam hukuku, Ortaçağ İngiliz hukuku gibi bir kralın “iki bedeni” arasında ayrım yapar: bir kişisel (özel mülkiyete sahip olduğu) ve bir siyasi (egemen güçleri kullanmak için). Ancak bu tarihçiler, Baş Yargıç Marshall'ın "soruşturma, fatih mahkemelerinin reddedemeyeceği bir unvan verir" şeklindeki beyanını tekrarlayarak Mehmed'in fethettiği her şeye sahip olduğuna inandığını ve hükümdarın hukuka üstün geleceğini savunuyorlar. Ancak Mehmed buna inansa bile, ulus ötesi bir rejim olarak İslam hukuku, hükümdarın unvan iddiasını sınırlamak için iyi bir konumdadır ve tarihsel olarak çoğu zaman sınırlandırmıştır. Zaten vakıf tüzüğünde bir yargıcın tüzüğü onayladığı görülmektedir. Vakıf bağışı Hanefi kanunuyla yürürlüğe girmişse, ona göre yönetilmelidir. Öyleyse yasal olarak Ayasofya bir kamu malıydı, bu da ilk bakışta güvenin geçerliliğini ve dolayısıyla mahkemenin kararını baltalıyordu. Mahkeme için Ayasofya kamu malı olmasına rağmen, Hanefi kanunu vakıftan yararlanan genel halk olduğu sürece, egemen hükümdarların (Mehmed gibi) kamu mülkünü bir emanet olarak bağışlamasına izin veriyor.
Mahkemenin Atatürk'ün, Ayasofya'nın özel emaneti ile ilgilenen bir yönetici olmasına rağmen, onun şartlarını değiştirme yetkisine sahip olmadığını gösterememesi: Hanefi hukukçular burada iki açıklama getirmeye çalışıyorlar; ancak mahkeme bu konuya hiç değinmemiştir. Bu açıklamalar;
- Cami vakıf bağışları özel bir durumdur
- Yönetici bir vakıf bağışını tamamen yeniden tasarlayamaz.
İlk açıklama , Ayasofya'dan adıyla bahseden 16. yüzyılın ortalarında Osmanlı İmparatorluğu'nun başhakimi Ebussuud'un bir tavsiye görüşünde fetvasında yer almaktadır. Bu fetvada, yöneticilerin, yalnızca devletin mali işlerini içeren gelir getirici mülklerin özel vakıflarını değiştirme hakkına sahip olduğu yazmaktdır. Ancak, camilerin bu mali boyuttan yoksun olduğunu ve bu nedenle Ayasofya'da dahil olmak üzere cami vakıf bağışlarının gelecekteki yöneticiler için bağlayıcı olduğunu söylüyor.
Hukukçu İbn Bidīn ise ikinci açıklamayı yapmaktadır. Hukukçular, "bir yöneticinin vakıfların şartlarına uyması gerekmediğini" söyleyerek, bir yöneticinin "bağışı tamamen değiştirmek yerine vakıf içinde bir takım değişiklikler ve tadilleri yapabileceğini" kastediyor. İbn Bidīn bunun için tarihsel kanıtlara atıfta bulunarak, hukukçuların pek çok yöneticinin özel vakıfları yeniden kullanmalarını engellediğini belirterek, Sultan Jaqmaq'ın 15. yüzyıl Mısır'ındaki bir cami vakıf bağışı sorulduğunda "gelecekteki hiçbir hükümdarın bunu geri alamayacağını söyledi . “Değiştirmek” ve “yeniden kullanmak” arasındaki çizgi belirsiz olsa da, bir camiyi müzeye dönüştürmek tam anlamıyla ikincisine benziyor. Her iki gerekçeyle de mahkeme, Cumhurbaşkanı Atatürk'ün 1934 tarihli kararının geçersiz olduğu konusunda haklıydı.
Nihayetinde, bu kararın pratik etkileri şaşırtıcı derecede sınırlıydı; turistler Ayasofya'yı sadece ibadet sırasında değil, şimdi ücretsiz giriş ile ziyaret edebilirler. Karar uluslararası miras hukukunu da ihlal etmiyor, Notre-Dame Katedrali ve Westminster Manastırı gibi diğer birçok UNESCO bölgesi de ibadet yeri olarak işlev görmektedir. Bu, gerçek tartışmanın elbette sembolik olduğunun altını çiziliyor: Hareket, Türkiye'nin laik kimliğinden uzaklaşıp Osmanlı kimliğine doğru bir adım olarak yorumlanıyor. Yine de mahkemenin belirttiği gibi, Osmanlı hukukunu eski olaylara uygulayan Atatürk'ün kendi Medeni Kanunu'dur. Ayrıca Osmanlı vakıf kanunu, Türkiye'deki dini azınlıkların mülkiyet haklarını da korur. Ancak Türkiye'de ki mahkemelerin bu kararda İslami vakfın hakkını koruduğu gibi azınlıkların vakıflarının hakkını da koruması, vakıf kanununu taraf ayırmaksızın uygulaması gerektiğini vurgulamak isteriz.
Tüm bu nedenlerle hukukun üstünlüğünü savunanlar; insanların siyasi ve sembolik duyguları ne olursa olsun, mahkemenin kararının eksik de olsa doğru olduğunu kabul etmelidir.
Yazının orjinal metni için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz